Kurt Kanunu’na sansür skandalının yankıları sürüyor. Kemal Tahir’in eserinin 1981’den bu yana tahrifatla yayınlanıyor oluşunu Beşir Ayvazoğlu, ‘Ehil olmayan kişiler, işi faciaya dönüştürüyor’ sözleriyle değerlendirirken, Hilmi Yavuz “KARAR’ın bu konudaki haberlerini üzüntüyle takip ediyorum” dedi.
SALİHA SULTAN
Kemal Tahir’in ‘Kurt Kanun’u romanının sansürlü şekilde yayınlandığını gündeme getiren haberimizin yankıları sürüyor. Doç. Dr. Nuri Sağlam’ın ortaya çıkardığı ‘Kurt Kanunu vakıası’nı edebiyat dünyasının iki duayen ismi değerlendirdi. Haberlerimizi üzüntüyle takip ettiğini belirten şair Hilmi Yavuz geçmişteki benzer örnekleri sıraladı. Yazar Beşir Ayvazoğlu ise “Ehil olmayan kişiler, işi faciaya dönüştürüyorlar. Edebiyat tarihçilerinin ve eleştirmenlerin bundan sonra daha dikkatli davranacaklarını tahmin ediyorum” diyor.
DAHA NE OLSUN?
Hakkı Süha Gezgin’in Dostoyevsky’nin ‘Karamazov Kardeşler’ çevirisinde, bazı bölümlerin ‘romanı alakadar etmediği’ gerekçesiyle ‘atıl[dığını] bir dipnotta bildirdiğini biliyor muydunuz?
Türk edebiyatında çeviriler ve sadeleştirmeler, sanki herhangi bir kurala bağlı olmadan, dolayısıyla keyfî bir tavırla yapılıyormuş gibi görünmelerine rağmen, belirli birtakım kısıtlayıcı ve yasaklayıcı normların işletildiği, üzerinde pek az durulan konulardan biridir. Belki de ‘pek az’ durulmasının nedeni, doğrudan doğruya metni, deyiş yerindeyse, ötekileştiren bu kısıtlayıcı ve yasaklayıcı normların, sadece çevirmen ve sadeleştiricileri değil, ama aynı zamanda, okuyucu ve eleştirmenleri de, dolaylı bir biçimde, belirlemiş olmasıdır.
Tipik örnek, 1978 yılında sevgili Füsun Akatlı’nın ‘Yazar da Kim Oluyor?’ başlıklı yazısındadır. Akatlı, o yazısında “1940 yılında Ahmed Halid Kitabevi’nin ‘Şarkdan Garbdan Seçme Eserler’ dizisinde yayımladığı ‘Karamazof Kardeşler’den ‘çevirmenin notu’nu aktarır. Çevirmen Hakkı Süha Gezgin, bu ‘dipnot’da ‘Burada romanı alâkadar etmeyen altı buçuk sayfalık bir parçayı atladım H.S.G’ notunu düşmüştür. Gezgin, çevirmeyip attığı bölümleri, mesela ‘İvan bu söze sayfalar süren bir nutukla cevap verdi’ biçiminde özetleyerek (!) aktarmış, dolayısıyla da okur, doğallıkla o ‘sayfalar dolusu nutuk’un ne olduğunu öğrenmek imkânından mahrum kalmıştır. Çevirmen, bu ‘sayfalar dolusu nutuk’un veya ‘Zosima’nın cehennem hakkındaki fikirleri’nin ‘romanı alakadar etmediği’ne (!) karar vermiştir ya, öyleyse mesele yoktur!!!
Hakkı Suha Gezgin bu konuda bir ‘ilk’ değil elbette; ondan önce Muallim Naci var: Muallim Naci, Emile Zola’nın ‘Thérèse Raquin’ romanı çevirisine [bu çeviri Hicrî 1305 tarihini taşımaktadır] yazdığı önsözde, ‘müellifin (Zola’nın) ‘meslek-i ma’rufu üzere pek açık yazmış olduğu bazı fıkraları tayy’ettim (‘çıkardım’)’ diye yazmıştır. Naci’nin Zola’nın ‘meslek-i ma’ruf’undan kastettiği, herhalde Naturalizm olsa gerektir. ‘Pek açık yazmış olduğu’ bölümler ise, olsa olsa bazı erotik tasvirler olmalıdır.
Jale Parla, ‘Babalar ve Oğullar’da Tanzimat’ın ‘Kur’ana ve Aristo mantığına dayanan mutlakçı ve apriorist bir epistemolojisi’ olduğunu bildirir ve ‘eğer bu sav doğruysa, Tanzimat yazarlarının çevirdikleri metinler de, çevrilen dilin, yani o günün Türkçe’sinin kültürel bağlamına uyarlanmamalıydı.
Uyarlanamayan kavramlar, uygun kavramlarla yerdeğiştirmeliydi,’ der. Dolayısıyla Parla, (Muallim Naci’den önce) Namık Kemal’in ‘Gülnihal’ adlı oyununda Shakespeare’in ‘Hamlet’inin mezarlık sahnesinin bir uyarlamasına yer verdiğini, bu uyarlamanın da Tanzimat epistemolojisine uygun olarak değiştirildiğini bildirir. Parla’ya göre, bu durum Mehmet Nadir’in, 1877-1888 yılları arasında Shakespeare’den çevirdiği Sonnet’ler için de geçerlidir. Mehmet Nadir, mesela, 27. Sonnet’deki ‘vücud’ anlamına gelen ‘limbs’ kelimesini ‘fikir’ diye çevirmiştir. Parla şöyle diyor: ‘Yanlış çeviri, apaçık ortada, bilgisizlikten değil, insanın sevgilisinin vücuduyla düşünmemesi gerektiğinden kaynaklanıyor.’ Parla’ya göre, Tanzimat epistemolojisi bağlamında ‘sevgiliyi yâdetmenin doğru yolu, onun akılla ve ruhla (‘fikir’le) anmaktır.’
Sadeleştirmelere gelince, durumun daha da vahîm olduğu söylenebilir. Diyeceksiniz ki, Hakkı Süha Gezgin’den daha beteri mi var? Evet var! Fazıl Yenisey!
Servet Erdem, Varlık’ın Ağustos 2011 sayısında, ‘Osmanlı-Türk Romanında Öteki Metinler’ başlıklı son derece dikkate değer bir makale yayımlamıştı. Erdem, edebî ‘kanon’un ‘salt kimi metinleri susturmak üzerinden değil; metinleri kendi isteği gibi konuşturmak üzerinden de işle(diğini)’ bildirdikten sonra, Barthes’ın şu sözünü aktarıyordu;-şöyle: Faşizm, ‘söylemeyi engellemek değil; söylemeye zorlamaktır.’
Erdem’in bildirdiğine göre, Fatih Kız Lisesi edebiyat öğretmeni Fazıl Yenisey, 1963 yılında Recaizade Mahmud Ekrem’in ‘Araba Sevdası’nı, ‘bugün konuşulan Türkçeye’ çevirmiş; kitap, Kanaat Yayınları arasında çıkmıştır. Erdem, Berna Moran’ın dışında ‘Araba Sevdası’nın Yenisey basımını okuyanların, okudukları kitabın Recaizade’nın ‘Araba Sevdası’ olmadığının farkına varmadıkları kanısında;-ve haklı!
Servet Erdem şunları yazıyor: ‘Fazıl Yenisey’in çeviri metnini esas alarak yazılmış incelemelerinde asıl metinde hiç olmayan noktalara değinen eleştirmenler, araştırmacılar; ne yazık ki Bihruzlaştıklarının, hiç yazılmamış olanı okuduklarının farkında olmazlar. Fazıl Yenisey, romanı neredeyse tekrar yazar Bihruz kabalaşır, anlatıcı yanlılaşır, eser, azınlıklara karşı saldırgan bir kimlik kazanır; olmayan diyaloglar, söylenmeyen sözler, şive taklidleri, yazılmamış şiirler, Yunus’lar, Rıza Tevfik’ler, Nedim’ler, Tevfik Fikret’ler girer romana.’
Dahası var: Erdem, Yenisey’in, ‘Araba Sevdası’nı nasıl tahrif ettiğine ilişkin örnekler veriyor;- ve şöyle diyor: “ Yenisey’in çeviri metninde 218-219 sayfaları Recaizâde’nin metninin adetâ katledildiği sayfalardır. Bihruz’la annesi arasındaki diyaloga hiç olmayan sözler ekleyen Yenisey, tüm ‘Frenkçe’leri ‘gavurca’ya çevirir; bununla da yetinmez, ‘Türkçe konuş’u ‘Müslümanca konuş’ şeklinde aktarır. […] Esas metindeki ‘alafranga beyler’ ifâdeleri, ‘alafranga bozuntusu züppeler’ şeklinde aktarılır.”
Daha ne olsun!
Ama dahası var: Edip Cansever, ilkençlik yıllarında ‘Ömer Edip Cansever’ imzasıyla yayımladığı ilk şiir kitabı ‘İkindi Üstü’ nü (1947), biyografisinden çıkarmış; ‘İkindi Üstü’nden sonra yayımladığı kitaplarda da adından ‘Ömer’i atmış, onları Edip Cansever adıyla yayımlamıştır: Ölümünden sonra yapılan ‘bütün şiirleri’ne, Edip’in reddettiği ilk kitabı da eklenmiş ve bu konuda hiçbir açıklama da yapılmamıştır.
EDEBİYAT TARİHÇİLERİ BUNDAN SONRA DAHA DİKKATLİ DAVRANACAK
Türkiye’de dili eskidiği düşünülen yazarların eserleri güya daha anlaşılır kılınmak için gelişigüzel sadeleştirilirdi. Bu kötü uygulama sona ermiş değil, ama son zamanlarda bunun yanlışlığı anlaşılmış gibi görünüyor. Sadeleştirilmiş bir metin, artık başka bir metindir. Mesela Refik Halit’in sadeleştirilmiş eserlerini okursanız, Refik Halit’i okumuş olmazsınız. Bir yazar üslûbuyla vardır; üslûp yazarın dile ilâve ettiği hususi renktir, zenginliktir. Dil bakımından eskidiğini düşündüğünüz metinlerin genç nesillerce anlaşılmasını mı istiyorsunuz, sayfa altlarına dipnotlar düşerek gerekli açıklamaları yaparsınız.
Sadeleştirme, bu işi yapan kişi ehil olsa bile yanlıştır. Tabii ehil olmayan kişiler, işi faciaya dönüştürüyorlar. Daha da kötüsü, metinlere gelişigüzel ilaveler yapılması, hatta zaman zaman bazı ifadelerin ideolojik veya ahlakî endişelerle çıkarılmasıdır. Nâzım Hikmet’in ‘Kuvayı Milliye Destanı’nda Âkif’ten “büyük şair” diye söz ettiği mısraın birçok baskıda yer almaması bu ameliyenin tipik örneklerinden biridir. Bu tür müdahalelerin çok yapıldığını tahmin etmek zor değil. Türkçeye tercüme edilen bazı eserlerden de mütercimlerin hoşlarına gitmeyen cümleleri, paragrafları, hatta sayfaları attıkları bilinen bir gerçektir. Kemal Tahir’in ‘Kurt Kanunu’ isimli romanında yapılan tahrifatı ortaya çıkaran Nuri Sağlam’ı tebrik ediyorum. Bu türden müdahaleler ancak tesadüfen ortaya çıkıyor. Edebiyat tarihçilerinin ve eleştirmenlerin bundan sonra daha dikkatli davranacaklarını tahmin ediyorum.