Reşat Ekrem Koçu romanında ‘emek sömürüsü’
Doğan Kitap’tan Reşad Ekrem Koçu’nun ‘Galata Canavarı Bıçakçı Petri’ romanı çıktı, bir de ne göreyim, romanın yayına hazırlayanı Hülya Balcı’ymış. Kitabı yayına hazırlayanın Serdar Soydan olduğuna şâhidim. Soydan, romanın dört versiyonunu mukayese etmiş, yayına hazırlayıp, Doğan Kitap’a teslim etmişti. Sonra ne oldu da, yayına hazırlayan Soydan değil de Balcı oldu, işte bunu merâk ediyorum. Bu hatanın düzeltilmesini bekliyorum. Aksi takdirde Reşad Ekrem’in ismi ‘emek sömürüsü’ ile lekelenmiş olur.
Edebiyat pazarının kapitalistleşmesinin bütünüyle kötü olduğunu söyleyemem, pazarda kuralına göre oynanırsa, muhakkak doğru işler de çıkıyor. Ancak, ‘80 sonrasında bizdeki edebiyat pazarı kapitalistleşirken, kapitalizmin sadece devede kulak kalan yönlerini esâs aldı, birkaç kurumsallaşmış yayınevinin dışında, yayıncılığın içi de ‘80 öncesine nazaran daha da vıcık vıcıklaşan ahbab çavuş ilişkileriyle, dayatmacı farklı cinsel tercihlerin normalleştirilmesi direktifleriyle, eski solcularda modalaşan etnik kimlik yalakalığıyla ve şiddetli emek sömürüsüyle dolduruldu. Eşcinsel değilsen, hele birazcık da homofobiksen, sağa da sola da mesâfeliysen, sosyal medyada bir şekilde takip edilmiyorsan, anan baban Türk ise, yandın, seninki ağızla kuş tutmaya çalışmaktır, kimse senin kitabını kolay kolay basmaz, ismine de pek ‘değer’ vermez. Aksine, en yakınında sandıkların dahi sana çelme takmak için fırsat kollar. Bu yamyamlar sofrasında sadece artizi oynayanlar ‘doğru’ yoldalar, iki satır Gramsci’den üç satır da Caudwell’den aşırıp, ah bir de onlar kadar adam olabilseler ya, ‘anlaşılmaz’ derecede entelleştiğindeyse kim tutar onları. Benzer şeyler kadınlar için de geçerli, bak yazdıklarında mutlaka kırmızı noktalı bacak arası diyaloglar olacak, ancak bu da yetmiyor, meyhânelerde anlı şanlı editörlere göz kırpacaksın, yeri geldiğinde ağlak bir lezbiyen olacaksın, bir de cüzdanında şüpheli vakıfların parası bulunacak, bunların hiçbirine yanaşmazsan da, inan bana, yazdıklarını sağa sola teklif etmek için kendini boşunu yorma, yazdıklarını ya yarına sakla ya da işi kuralına gören oynayan yayıncıları arayıp bul.
KİTABI YAYINA SERDAR SOYDAN’IN HAZIRLADIĞINA ŞAHİDİM
Bütün bunları niçin söylediğimi merâk ediyorsunuz değil mi? Efendim, edebiyatımızda ‘yayına hazırlayan’ diye hayli zahmetli bir dal var, örneğin bu dalda Necati Tonga, Seval Şahin, Şaban Özdemir, Oğuzhan Murat Öztürk ve Abdullah Ezik harika işler çıkarıyorlar. Geçenlerde Doğan Kitap’tan Reşad Ekrem Koçu’nun ‘Galata Canavarı Bıçakçı Petri’ romanı çıktı, amanın, bir de ne göreyim, romanın yayına hazırlayanı Hülya Balcı’ymış. Ben hanımefendiyi tanımam, ancak ‘Galata Canavarı Bıçakçı Petri’yi yayına hazırlayanın Serdar Soydan olduğuna şâhidim diyebilirim. Reşad Ekrem’in romanı tefrikada kalmıştı, ben ‘70’de Tercüman gazetesinden okuduğumu, hatta tefrikayı her gün kesip kareli bir harita metot defterine yapıştırdığımı da hayâl meyal anımsıyordum, romanın bugüne kadar niçin kitaplaşmadığınaysa hep şaşıp durmuşumdur. Serdar Soydan, romanın sadece Tercüman’da tefrika edilen son şeklinin peşine düşmemişti, tefrikanın ondan önceki versiyonlarını da araştırıp, dört versiyonu mukayese etmiş ve nihâyetinde Tercüman’daki son şeklini esâs alıp, romanı yayına hazırlayıp, Doğan Kitap’a teslim etmişti.
Bildiklerim bu kadar, sonra ne oldu da, yayına hazırlayan Serdar Soydan değil de Hülya Balcı oldu, işte bunu merâk ediyorum. Umarım yine kapitalist kuralın esâsına riâyetsizlik değildir, Serdar Soydan da sadece sehven ‘derleyen’ olarak kayda geçirilmiştir. ‘Derleyen’, derleme işini yapana denir, Serdar Soydan bir şey derlememiştir ki, Reşad Ekrem’in tefrikada kalan romanını önceki versiyonlarıyla mukayese edip, yayına hazırlamıştır. Bu önemli romanı daha sonra ayrıntılı şekilde tanıtacağım, şimdilik sadece Doğan Kitap’tan bu hatanın bir şekilde düzeltilmesini bekliyorum, çünkü aradaki ince ayrımın kurum yöneticilerinin dikkatinden kaçmış olabileceğine inanıyorum, aksi takdirde kapaktaki Reşad Ekrem’in ismi derinden derine bir şekilde ‘emek sömürüsü’ ile lekelenmiş olur.
SAHHAFİYE RAFLARINDA BULABİLECEĞİNİZ KİTAPLAR
Bu hafta sahhafiyedeki ilk kitabım, Arthur London’dan ‘İtiraf’, Mithat Perin’in çevirisiyle ‘70’de Milliyet Yayınları’nın genel kültür dizisinden çıkmıştı. Üniversite yıllarımda elimden hiç düşürmemiştim. Costa-Gavras’ın bu otobiyografik romanının sinemaya da uyarladığını belirteyim, doğrusu filmde Yves Montand’ın performansı nefes kesiciydi, ama yine de siz romana öncelik verin. İkinci kitabım e Yayınları’ndan Magda Szabo’nun ‘Yavru Ceylan’ı, Gabriella Kalman’ın ve Hüsnü Mengenli’nin dilimize kazandırdığı bu nefis aşk romanının kapak tasarımı da emsâlsiz. Paul Nizan’ın ‘Fesat’ı ‘75’de Özdemir İnce çevirisiyle Bilgi Yayınları’ndan çıkmıştı, müthiş bir kitapdır. Ernest Hemingway’in ‘Akıntı Adaları’ ‘72’de Kosta Daponte’nin ve Neş’e Olcaytu’nun çevirisiyle Hürriyet Yayınları’nın çağdaş yazarlar dizisinden çıkmıştı. Sonradan Bilgi de bu romanı bastı ama ben kapak tasarımını Firuz Aşkın’ın yaptığı Hürriyet baskısını tercih ediyorum. Son kitabımız ise Altın Kitaplar’dan ‘73’de ‘Çöl’ ismiyle, ‘74’de de Cem Yayınevi’nden ‘Voss’ ismiyle çıkan Patrick White’ın romanı, ben bu romana ‘çöl operası’ diyorum, ister Nihal Yeğinobalı, isterseniz de Ali Seden-Azize Bergin çevirilerini okuyun, tercih sizin, benim kitaplığımda ikisi de var...
REMZİ KİTABEVİ’NDEN İKİ BEYOĞLU ANLATISI
Bu hafta iki Beyoğlu romanını peş peşe okudum, ikisinin de Remzi Kitabevi’nden çıkmasıysa sevindirici. Biri Ayşe Övür’ün ‘Markiz’deki Kadın’ı, diğeriyse Hasan Öztoprak’ın ‘Beyoğlu Sevgilim’i. Ayşe Övür’ü şahsen tanımıyorum, daha önce ondan ‘Botter Apartmanı’nı ve ‘Zamanın Kapıları’nı okumuştum, ikincisi televizyon dizisi de olmuştu. ‘Botter Apartmanı’ndaki dairesinde yeşil bir berjere oturup Fransızca aşk romanları okuyan Nilüfer Hanım, ‘Markiz’deki Kadın’da gençliğiyle karşımıza çıkıyor. Hikâyesi hakikaten çok hoş, Kerime Nadir, Suzan Sözen, Peride Celal ve Selim İleri duyarlılığının dalgalarıyla edebiyat kumsalına doğru sürükleniyorsunuz. Ama, yer yer, hikâyenin arkasındaki Beyoğlu’nun sanki gereği kadar yaşamadığı hissine kapıldığım da oldu, belki de Ayşe Övür bunu kasıtlı yapmıştır, bilemiyorum, ‘ölü’ bir Beyoğlu’ndaki ‘canlı’ karakterler gibi, karakterleri öne çıkarıp, semti geriye itmekte bir yöntem tercihi neticede. Ama, Hasan Öztoprak’ın ‘Beyoğlu Sevgilim’i öyle değil, daha ilk birkaç bölümde ‘90’ların Beyoğlu’su sizi emip, içine çekiveriyor. Hasan, ‘Senin, Meliha’da ‘40’ların Adapazarı’nı, ‘Hayat Sokağı’nda ‘70’lerin Balat’ını mekân seçmişti ama mekânın aktörleşmesinde ‘Beyoğlu Sevgilim’i çok daha etkili ve ustaca bulduğumu belirteyim. Hasan, tebrik ediyorum, bizleri ‘90’ların Beyoğlu’sundaki hengâmenin rüzgârıyla başka İstanbul semtlerine de götür.














