İnsanlığın gizli aristokratları
Organize işler filminde bir sahne vardı. Esas oğlan, hiç konuşmayan adama, “Sen niye konuşmuyorsun?” diye soruyor. “Çok konuştum bir faydasını görmedim.” diyor, adam.
“Niye artık gündem yazıları yazmıyorsun?” diye soranlar oluyor. Çok yazdım, bir faydasını görmedim. Görmediğim gibi zarârını gördüm. Her seçim döneminde farklı siyâsî görüşten dostlarımı kaybettim. Rahmetli Mehmet Doğan’a dertlenmiştim vaktiyle. “Demek ki dost değillermiş.” demişti.
Bu yüzden mümkün olduğu kadar iyiliği güzelliği anlatan hikâyeleri kaçırmamaya ve yazmaya çalışıyorum. Tâb ettiğimiz hikmetli değilse yaz yaz nereye kadar? Okuyuculardan gelen yorumlar da buna çok ihtiyâcımız olduğunu gösteriyor. Çünkü yolsuzluk, hırsızlık, arsızlık, vefâsızlık vs. iyilik hevesimizi köreltiyor. Kafamız bulanıyor. Kötülük olarak karşılık vermesek de kabuğumuza çekiliyoruz. Bir tarafın morali bozuk; diğer taraf, aşırı mutlu.
Kemal Sayar, mutluluğun artık tedâvi edilen bir hastalık olduğunu yazmış bir kitabında. Fakat nedense mutlu taraf, karşı tarafı hasta olarak görmeyi tercih ediyor. Asıl meselenin huzur olduğunu bilmiyor. Huzur, iyilik yaparak, iyiliği yayarak elde edilir.
Vaktiyle aşırı mutlu bir hanım tanımıştım. Sabah işe gelince, daha yeni geldiği evine telefon ederek hizmetçisine yüksek sesle tâlimat verirdi. Akşam ne yediğine kadar ortaya anlatırdı. Sevgililer gününde eşine kaç liralık hediye aldığını, nasıl bir törenle verdiğini bilirdik. Her şeyden anlardı(!). Bir iki ay kursa gidince ressam olur, müzisyen olur, yazar olurdu. Muhakkak yüksek sesle konuşur; herkes, onu imrenerek dinlerdi. Böyle kadınları, “İş hayatının Martha Stewartları” olarak adlandırmıştım. Bu hanımın facebook hesâbına bakınca, sevdikleri arasında Martha Stewart’ı görmüştüm. Allah, akıl fikir versin! Martha Stewart gibi bir dolandırıcı, sevilenler listesinde niçin olur ki?
Bir psikiyatrist, bu tiplerin sessizlikten hoşlanmadığını söylüyor. Meselâ; bir lokantaya girdiklerinde bile sessizce yerlerine oturmaz; yüksek sesle konuşup kendisine bakılmasını sağlarlarmış.
Eskiden lifestyle denen bir akım vardı. Birçok insanın hayâtını zehirledi. Şimdi fenomenler var. “Fenomen” deyince mutlu oluyorlar. Oysa fenomenin bir anlamı daha var: Deli saçması. Atatürk’e dalkavukluk yapan bir şâir, Çankaya sofrasında şiirini okumuş. Atatürk, böyle şiirler yazmayan Yahyâ Kemal’e fikrini sormuş. Cevap vermek zorunda kalan büyük Şâir, kafasını kaldırıp “fenomen!” demiş, sâdece. “Fenomen”in anlamını “hârika” zanneden şâir ne kadar sevindiyse bu fenomenler de öyle seviniyor. Sosyal medya ve televizyonlar, bu saçma insanları, özel hayatlarını da didikleyerek rol model olarak sunuyorlar.
İşte bunları tefekkür ettiğim bir sırada hikmetli, ibretli hayatları yazma merâkım başladı. Oturup ağlanacak çok hikâye gördüm. Kimisi, bilinmesini istemiyor. Kazârâ öğrendiklerim var. Kemal Sayar, “Kendilerini sevgiye adayanlar, insanlığın gizli aristokratlarıdır.” diyor. Cümle, Michel Serres’e âitmiş.
Bu gizli aristokratlar, benim gibi zihni karışıp pes edenlere inat, iyiliği çoğaltmaktan hiç vazgeçmiyorlar. Nev’i şahsına münhasır hayatları var. Yenilerin deyimiyle orijinal. Duyanın görenin ibret alacağı, hikmet bulacağı, fenomen olmayan, içimizi titreten hayatlar… Bu devletin onlar sâyesinde ayakta durduğuna inananlardanım.
Bugünlerde yine refâkatçi olarak hastâneye yolum düştü. Acı tatlı hâtıralarım canlandı. Hâfızamdaki gizli aristokratlar, bugün bu sayfaya misâfir oldular.
Doksanlı yıllarda şehir dışından hastâneye gelen refâkatçiler, bahçelerde perîşan olurlardı. Ankara’da MEKDAV diye bir kurum var. Kapıda perîşan vaziyette bekleyen bir hasta yakınına bir pide ısmarlayarak başlamış iyilik hareketi. Kanser tedâvisi gören hasta yakınlarını doyuruyor, yatacak yer temin ediyor. Kurumun hikâyesini yazmaya gittiğimde oğlunun tedâvisi için Ankara’ya gelen ve kimsesi olmayan bir anne, çâresizlikten kıvrandığı bir geceyi anlatmıştı. Kanser hastası oğlunun canı makarna isteyince deliye dönmüş. “Artık burası var.” demişti. Başka bir anne ise memlekete dönerken utana sıkıla kuruculardan birine, küçük oğlunun bilgisayar istediğini söylemiş. “Ne yapayım istiyor işte! Alacak gücüm yok.” demiş. Adam, hemen oğlunu arayarak durumu anlatıp, “Diz üstü bilgisayarı getir.” demiş. Oğlu, “Olmaz baba, yenisi alayım.” karşılığını vermiş. Bilgisayar satan arkadaşını arayıp sipariş etmiş. Arkadaşı, “Benden olsun” demiş. Zincirleme reaksiyon gibi değil mi?
Cerrahpaşa’da Azerbaycan’dan gelip çocuğunu ameliyat ettiren bir hanım vardı. Çocuk, çok başarılı bir ameliyatla şifâ buldu ama dönüş yolunda dikkat edilmesi gerekiyordu. Doktorlar, “Çocuk böyle gidemez” diyerek uçak biletini ayarladılar.
Yine bir hastâne gecesinde bu sefer ben, evlat derdiyle, “Nereye sadak versem” diye perîşanken teselli için koşup gelen arkadaşım, hafif tebessüm etti. “Hastânedeyiz. Yer mi arıyorsun?” dedi. Doğru hemşireye koştum. “Yemek alamayan bir hasta yakını var.” dedi. Merak bu ya tam çıkarken, “Peki veren birisi olmayınca ne oluyor?” dedim. “Biz onları ortada bırakmayız. Aramızda yardım toplayıp hâllediyoruz.” dedi. Bu ariskotrat hemşireyi, saygıyla selâmlıyorum.
Bu refâkatimde, doksan yaşını görmüş annemin hastalığına üzülürken daha yirmisini görmemiş kardeşinin ayağı kesilmesin diye dört dönen muhteşem bir abla tanıdım. Bir ara kardeşinin yüzüne bakışını gördüm. Kelimelere dökülemez bir hâldi. Dokuzuncu Hâriciye Koğuşu’nu yeniden okur gibi oldum. Hâl böyleyken yan odada, baktığı yakınının parasıyla kaç bilezik yaptığıyla övünen hanıma, “Âferin iyi yapmışsın!” dedim. Ne diyeyim ki!
“Allah iyilerle karşılaştırsın!”, en sevdiğim duâdır. Yaş aldıkça kıymetini daha da anlıyorum.
İyilik dolu huzurlu bayramlar diliyorum. Mutluluk, fenomenlerin ve hayranlarının olsun.














