Geçmişin fıkıh teorileriyle bugünün sorularını cevaplayamayız
Müslümanların adalet tasavvuru var mı?/7
Müslümanların adalet tasavvurunun kurumsallaşamamasının en önemli sebeplerinden birisi; eski İslam siyaset fıkhının fitneden sakınma gerekçesiyle siyasi meşruiyet ve adaleti feda etmesidir.
Zira gerek hicri birinci yüzyılda gerekse farklı dönemlerde yaşanan fitne olayları, Müslümanlarda devletin yıkılacağı ve ümmetin birliği dağılacağı endişesi istibdat yönetimlerine boyun eğmeyi de beraberinde getirmiştir.
Kuşkusuz bu endişe sadece bireyler nezdinde değil, fıkıh alimlerinin zihin dünyalarında da karşılık bulduğu için ulema despot yöneticiler konusunda çelişkili açıklamalar yapmayı tercih etmişlerdir. Mesela İhya-i Ulumuddin adlı eserinde, “Zalim sultanın yöneticilikten el çekmesi gerekir, bu durumda ya görevine son verilir ya da görevi bırakmaya zorlanır, çünkü hakikatte o sultan değildir” şeklinde açık görüş beyan eden Gazali, aynı eserinde “Zalim ve cahil sultan, güçlü olduğu için azledilemiyor ve değiştirilmesi halinde kaçınılmaz fitneler patlak veriyorsa, onu yerinde bırakmak ve itaat etmek vacip olur” demektedir. Aynı Gazali, meşru olmayan siyasi iktidara boyun eğmeyi ölü eti yemeye benzetmiştir.
Görüldüğü gibi tarihsel süreç içinde yaşanan gelişmeler ve fıkıh otoritelerinin tavırları, Müslümanların adalet tasavvuru konusunda belirleyici bir faktör olmuştur.
Eğer İslam siyaset fıkhının, istibdat yönetimleriyle “uyumcu” politikalarını tarihsel bağlamı içinde değerlendirip sıhhatli bir alan oluşturamazsak, farklı dönemlerde istibdat yönetimleriyle uyum sağlamaya meyilli fıkıh anlayışı, Müslümanların önünü kapatmaya devam edecektir.
Geçmiş yüzyıllardaki fakihlerin, o günün şartlarında verdikleri kararların ya da geliştirdikleri teorinin sıhhatini bugünden bakarak değerlendiremeyiz belki ama bugün için geçerliliğini aynen koruduğunu da söyleyemeyiz.
Zira o teoriler yaşadığımız çağda “salahiyet” özelliğini kaybetmiş, bugünün dünyasında varlığı bile ortadan kalkmış soruların cevabına dönüşmüştür.
Şankıti, “İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz” adlı kitabında, her düşüncenin “sıhhat” ve “Salahiyet” olmak üzere iki yönü bulunduğunu belirten Malik b. Nebi’nin şu dikkat çekici tespitine yer veriyor: “Bir düşünce doğru olduğu halde belli şartlar açısından yarayışlı olabilir. Ya da bir düşünce doğru olduğu halde belli sebeplerden ötürü zamanla geçerliliğini ve yarayışlı olan yapısını kaybedebilir.” (s.63)
Esas itibariyle fıkıh konusundaki temel yaklaşım yanlışlıklarından birisi, fıkhın itikadi bir mesele olarak sunulmasıdır. Oysa fıkıh özü itibariyle ameli tecrübe birikimlerinin toplamından ibarettir.
Eğer fıkhı imani bir mesele olarak sunup, çağlar boyunca bütün sorunların çözümünü ondan beklerseniz, fıkha da İslam’a da haksızlık etmiş olursunuz. Biliyoruz ki fıkıh bir inanç ve akide meselesi değildir. Dolayısıyla onu Allah’ın kanunu gibi takdim ederek itaat esasına bağlamak da doğru değildir.
Haliyle bu yaklaşım şöyle bir sakıncalı hali de beraberinde getirmektedir: “Fıkıh Allah’ın kanunudur ve imani bir meseledir, eğer Müslümansan buna inanmak durumundasın.”
İşte esas yanlışlık da tam bu noktada başlıyor. Zira fıkıh akidevi bir zemine çekildiği için, bütün itiraz kapıları kapatılmakta ve doğal olarak fıkıh da beşeri özelliğini kaybetmektedir.
Maalesef fıkhı yanlış zeminde tartışmak, Müslümanlar açısından dramatik bir durumu ortaya çıkarmış bulunuyor. Günümüzde hemen her Müslüman, imani bir mesele olarak gördüğü fıkhı belli bir kutsallık mertebesine yerleştirerek fıkha imanı adeta ‘Müslümanlık testi’ olarak kullanmakta, reel dünyada ise başka bir hayatı yaşamaktadır.
Neticede, bir taraftan Müslüman zihinlerde fıkha özlem bir ideal olarak yerini korurken, diğer taraftan rasyonel hayat başka bir kanaldan akmaya devam etmektedir. Dahası, rasyonalite ve yüzyıllar içindeki değişim dinamikleri dikkate alınmadığı için fıkıh ve hayat ayrı mecralarda akmaya devam etmiş ve Müslümanlar ikili bir hayata mahkum olmuşlardır. Bu yüzden de Müslümanlar, bugün fıkhın reel dünyadaki karşılığı konusunda henüz kendilerini bile ikna edebilmiş değiller.
Yaşadığımız dünyanın penceresinden baktığımızda galiba esas problem, fıkhın beşeri ve insani boyutunun devre dışı bırakılması olsa gerek. Ali Bardakoğlu Hoca’nın bu konudaki şu tespitinin altını özellikle çizmek gerekiyor: “Fıkıh, Müslümanların inen dinleriyle yaşanan hayatı nasıl uzlaştırdığına dair paha biçilmez bir tecrübe birikimini ve İslam toplumlarının hukuk kültürünü temsil eder. Bunun için de fıkıh, insani/beşeri yönü ağır basan sivil ve mütevazı bir ilimdir.” (Yüzleşme, s.234)














