Anılarımın başladığı kasaba, Kızılcahamam...
“Annemin ve babamın tayinlerinin çıktığı Kızılcahamam’ı çok iyi anımsıyorum. Bu yüzden de Kızılcaham’a anılarımın başladığı kasaba diyorum. ‘58 model kocaman bir Volvo kamyonla taşınmıştık Kızılcahamam’a. Arhut ve Tolubelen tepelerinden kurt çeneli bir ayazla kopan kar fırtınalarının kasabasıydı Kızılcahamam.”
Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, Engiz’deki çocukluğumu hiç anımsamıyorum. Oysa önümde onlarca fotoğraf duruyor, fotoğraflarda babamın Leghorn tavukları ve bembeyaz köpeğimiz Papatya var, bir kuduz köpek ısırdığından onu da vurmuşlar, annemse üzüntüsünden günlerce yataktan çıkamamış, fotoğrafları topladığımdaysa Engiz bitiyor. Sonra, Samsun, maalesef bir sis içinde. Ama, annemin ve babamın tayinlerinin çıktığı Kızılcahamam’ı çok iyi anımsıyorum. Bu yüzden de Kızılcaham’a anılarımın başladığı kasaba diyorum.
***
‘58 model kocaman bir Volvo kamyonla taşınmıştık Kızılcahamam’a. Arhut ve Tolubelen tepelerinden kurt çeneli bir ayazla kopan kar fırtınalarının kasabasıydı Kızılcahamam. Ben ve kardeşim küçük olduğumuzdan, Samsun’un Gümenüz’ünden anneannem Sabiha Hanım da bizimle birlikte Kızılcahamam’a gelmişti, annem okuldayken bizlere o bakacaktı.
***
Babam çamlığa çıkan cadde üstünde yeşil boyalı bir apartmanın ikinci katındaki daireyi kirâlamıştı. Arka cephesinin önünde teras gibi bir şey, onun bitimindeyse sağda yazlık bir sinema bulunuyordu. Annem apartmanın ismini yıllar sonra Bayrak olarak anımsamıştı ama yine de pek emin değildi. Apartmanımızın birkaç binâ altında bir eczahâne, onun karşı sırasındaysa bir gazete bayii, birazcık yüründüğündeyse solda bir kışlık sinema vardı. Babam o gazete bayiinden Akşam ve Ulus, annemse Hürriyet ve Milliyet gazetelerini alırdı.
***
Okuma ve yazmayı dört buçuk yaşımdayken, kendi kendime, Faruk Geç’in ve Selma Emiroğlu’nun çizgi romanlarından öğrendim. Faruk Geç annemin aldığı Hürriyet gazetesinde çiziyordu, Selma Emiroğlu’nun “Kara Kedi Çetesi” isimli çizgi romanınıysa Doğan Kardeş dergisinin eski sayılarında bulmuştum. Doğan Kardeş bana mahallemizden bir kadından gelmişti, kelebek modeli güneş gözlüklü kadının ismi Beyhan’dı galiba, onun çocukluğundan kalan dergilermiş. Pulhan Yayınları’nın ‘62’de çıkarmaya başladığı haftalık Miki dergisiniyse annem benim için alıyordu, ancak Miki’yi altıncı sayısından başlayarak saklayabildim, hâlâ kitaplığımdalar. Onlardan da Karaoğlan’a ve Zıp Zıp’a geçtim, Karaoğlan’dan galiba ilk “Asya Kaplanı” mâcerâsını okumuştum. Karaoğlan’ın yaratıcısı Suat Yalaz’ın yarım asır sonra Suâdiye’den ahbâbım olmasıysa yaşamımdaki en hoş ayrıntılardandır, vefâtından önceki yedi yıl boyunca onunla haftada bir iki gece Suâdiye Lisesi’nin karşısındaki pastahânede buluşup, dereden tepeden sohbet ettik. Futbol tutkum da Zıp Zıp’taki “As Futbolcu” ile başladı diyebilirim. Kızılcahamam’da ilk okuduğum romanlar ise, Doğan Kardeş Yayınları’ndan ‘63 baskısı “Çitlembik” ile ‘64 baskısı “Issız Adada Bir Yıl”dı.
***
Okuma yazma bildiğim için birinci sınıfı alan annem beni yanında okula götürmeye başlamıştı. Yaşım tutmadığından okula kaydım yapılamıyordu, bu yüzden de beni kandırmak maksadıyla palavradan bir kara önlük giydirmişti. Ama, arkadaşlarımın aksine, çantam, ders kitaplarım ve defterlerim yoktu. Yanıma oyalanmak maksadıyla bir dergi alıyorsam da, asıl işim muzırlıktı.
***
Bir gün sınıfa çat kapı müfettiş girdi, bizlere dönüp kendisine hikâye anlatmak isteyen birinin olup olmadığını sordu. Hemen el kaldırmıştım, adamcağız da beni tahtaya kaldırdı. Annemin beti benzi atmışsa da, bir şey diyememişti. Ben başladım anlatmaya, tavşan kaçıyor, avcı tavşanı kovalıyor, sonra avcı kaçıyor, tavşanın ormandan arkadaşı aslan avcıyı kovalıyor, ama kovalamacalar bir türlü bitmek bilmiyordu. Müfettiş başta “Aferin, aferin!” derken, bir süre sonra sıkıntısından terlemeye başlamıştı, “Evlâdım, daha hikâye bitmedi mi?” diye sordukça da, “Hayır, bitmedi, başındayım!” diyordum. Teneffüs zili çaldı, ben yine susmadım. Sonunda annem araya girip, “Efendim, o benim oğlum, öğrenci değil, kusuruna bakmayın!” deyip, tavşan ile avcı hikâyemi kesiverdi. Adamcağız benden kurtulduğuna şükredip, koşar adım sınıftan kaçmış olmalıydı. Ancak, başına gelenleri müdürümüz Durali Erkan’a anlatmış, böyle noktasız virgülsüz hikâye uydurabilen bir çocuğun harcanmaması için bir çözüm yolu bulunup kaydımın yapılması talimatını verince, tahsil yaşamıma ertesi ders yılında vaktinden evvel 46 numarayla Orhan Gazi İlkokulu’nda başlamış oldum.
***
Kızılcaham’da ailemize bir de Toto isimli kedi katılmıştı. Bizim için dünyanın en güzel kedisiydi Toto. Annemin anlattığına göre, Toto, oturduğumuz apartmanın merdiven boşluğunda ağlarken bulunmuş. En fazla yirmi günlük kadar, beyaz üzerine siyah benekli bir yavruymuş, annem onu hemen eve almış, beslemiş ve bir isim vermiş. İsminin esin kaynağıysa Spor Toto’ydu. O yıllarda toplumsal yaşamımıza yeni giren ve maç sonuçlarını doğru tahmin edenlerin ödül kazanması esâsına dayalı bir oyun türü olan Spor Toto çılgınlığı yaşanıyordu. Annem de o yavruyu bir ödül olarak kabul ettiğinden, ona Toto deyivermiş.
***
Toto’nun en sevdiği şey, film seyretmekti. Hayır, yabancı filmleri değil, Yeşilçam filmlerine bayılırdı Toto. Benim, kardeşimin ve Toto’nun, evden kaçarak biletsiz sinemaya girmesiyse, mahalleliye şamata vesîlesi olmuştu. Sinemanın biletçisinin ve yer göstericisinin bizleri hemen içeriye aldıklarını ve balkonun en ön sırasından üç koltuğa oturttuklarını anımsıyorum. Ancak, film daha bitmeden, annem telâşla gelir ve kulaklarımızdan tutup kardeşimle beni sinemadan çıkarırdı. Şâyet perdedeki bir Ahmet Tarık Tekçe filmiyse, Toto, annemin disiplinine rağmen eve pek dönmek istemezdi, ama poposuna tokadı yediğinde de, bizden önde o koşardı.
***
Bazı hafta sonlarında Toto’yu anneanneme bırakarak minibüsle Ankara’ya giderdik. O minibüsün bir Ford Taunus olduğundan eminim. Ön camının tepesindeyse galiba “Turnalar” yazısı bulunuyordu. Yol boyunca ağaçların üstlerinde dönüp duran kara akbabaları seyrederdim. Nedendir bilmiyorum ama minibüsten hep Rüzgârlı Sokak’ta iniyorduk. Bizimkiler genellikle önce Bahçelievler’de Muzaffer-Fakir Baykurt çiftine uğrarlardı. Onların Işık’ı sanırım benimle yaşıttı, Sönmez ise benden bir iki yaş küçüktü, bir de emekleme çağındaki Tonguç bebekleri vardı. Babam, Bahçelievler’e gelmişken, Şevket Süreyya Aydemir’e uğramayı hiç ihmal etmezdi, aklımda yanlış kalmadıysa Karakol Durağı’nın hemen arkasında oturuyordu. Ben Şevket Süreyya Aydemir’i asıl bir hafta sonunda Kızılcahamam’a geldiğinde anımsıyorum, Şekibe-Halit Çelenk çifti de vardı, Orhan Gazi İlkokulu’nun eski binâsının üstündeki parka pikniğe gidilmişti. O günden birkaç da fotoğraf kalmıştı, nereye kaldırdıysam, aramalarıma rağmen bir türlü bulamadım. Ankara’ya her inişte Naciye-Mahmut Makal çiftinin Keçiören’deki evlerine kaçıldığı da olurdu, ama Ankara’daki gecede mutlaka Baykurtlarda kalıp, ertesi günün akşamında Kızılcaham’a dönerdik. En zor şeyse, bize küsen Toto’nun gönlünü almaktı, yanaklarından ne kadar öpersen öp, komik yaratık değil mi, gözlerini tavana diker, bizleri vicdân azâbından kıvrandırırdı.
***
Günler günleri, aylar ayları, yıllar da yılları kovaladı. Sonra bir gün, Kurtalan Ekspresi, karanlığı yırtan bir düdük sesiyle sarsılıp hareket edince, Kızılcahamam’ı gözyaşlarımıza patisiyle vedâsını çeken Toto’ya bıraktığımızı anlayabildik. Aslında Siirt’e gidişimiz, Toto’nun Yeşilçam filmlerine de vedâsıydı. Çünkü, bizden sonra onu sinemaya götürecek kimse çıkmayacaktı karşısına. Belki de, patisini şöyle bir sallarken boşluğa, yarınlarındaki sevgisizlikten ölümünü görmüştü Toto boşalan o evde.
***
Orhan Gazi İlkokulu’ndan bir Davut Köksoy’u hayal meyal anımsıyorum. Bunun nedeni de, Soğuksu’daki iki ayı yavrusu için şiir yazdığından okulun en şöhretli öğrencilerinden biri olmasıydı. Benden üç dört yaş kadar büyüktü ve babam onun öğretmeniydi. Ebeveynini küçük yaşta kaybettiğinden, okulumuza yetiştirme yurdundan geliyordu. ‘63 yılında şâir ve yazar İsmet Kemal Karadayı da Kızılcahamam’a savcı olarak atanmıştı. ‘54 ile ‘58 arasında Alaçam’da savcıyken babamla arkadaş olmuşlar, ikisi de Samsun’dan evlenmişlerdi. Haldun Taner’in hikâyelerini pek sevdiklerinden, İsmet amcanın oğluna Haldun, babamın da bana Taner ismini verdiği söylenir, ne kadar doğrudur, bilmiyorum. Yıllar sonra Haldun ile aynı dönemde aynı fakültede okuduk, ‘76’da onlar da bizler de Feneryolu’ndaydık. ‘80 sonrasındaysa Haldun ile pek görüşemedik, bildiğim kadarıyla yıllardır Demre’de yaşıyor. Babamın köy enstitülü arkadaşlarından Niyazi Ünsal’ın da aynı yıllarda Kızılcahamam’da olması ilginç bir tesâdüftü. Yanılmıyorsunuz, ‘73 ile ‘79 arasında senatörlük yapan Niyazi Ünsal’dan bahsediyorum. Atandığı ders yılında Orhan Gazi İlkokulu’nda beşinci sınıfı okutmuş, sonraki ders yılındaysa Kâzım Karabekir İlkokulu’na geçmişti. Büyük oğlu Ercan’ı Orhan Gazi’den Niyazi amcanın mezûn ettiğini küçük oğlu Sercan’dan öğrenmiştim. Sercan ise okula ‘62-’63 ders yılında babasının öğrencisi olarak Kâzım Karabekir’de başlamıştı. Babam ve Niyazi amca, Kızılcahamam’da öğretmenlik yaparlarken, Gazi Eğitim Enstitüsü’nün pedagoji bölümünü de dışarıdan okuyorlardı. Sercan ile Kızılcahamam’da değil de, birkaç yıl sonra Erzincan’da mahalle arkadaşı olacaktık. Sercan ile hâlâ görüşüyoruz, kendisi günümüzün en önemli köy enstitüleri tarihi araştırmacılarından, çok değerli ve önemli kitapları var.
***
Geçmiş yılların fotoğraflarına her bakışımda, solmuş fotoğraflardan kalbime nedense hep Siirt akıyor, sanki bir Hilmi Yavuz şiiri gibi. Benim Siirt’im, kabuk tutmayan bir falçata yarasına benziyor, yıldızların Kaptanzâde Ali Rıza’ya şarkılar söylediği çöl sıcağı gecelerde, geleceğe ağıtlarla şerh düşen o mor dağların arkasından saçılan ay ışığında. Zivzik’in narından damlayan şurup kırmızısında, Tillo’nun “bıttım” denilen fıstığında, toprağı çıplak Belevna’nın incirinde, arkadaşlarımın “Cine cine!” çığlıklarıyla başlayan “dehliç” akşamlarında, “cas” harcıyla sıvanmış olan kale benzeri evlerden şekerli kokusu yükselen “rayuşu merketip” tatlısının “Ahadul Hulu” gününde. Elbette en fazla da tarla ve bahçe kenarlarına dikilen “vardıl sıfor” çiçeğinin yabanıl sarısında. İşte o sarıdan kanıyor benim Siirt’im çocuk kalbimin ırmaklarına.
***
Harakol’dan, Terazin’den, Beknovi’den ve Kalams’tan sarkan yabanıl sarıda, bütün kelimeler kırılıp, yarınlarımıza karışırdı, gölgede kırk derece bedenlerimizi ısırırken. Gölge, avlu anlamındaki “hauş” genişliklerinden ve taş döşemeli “behu” denilen sundurmaların serinliklerinden çekilip, yerini karanlık gecelere beyaz duvaklı bir gelin gibi uzanan Siirt’e bırakınca da, “şilen” niyetine bir Nihâvend şarkı yükselirdi. Hadi, gelin, gelecek haftaki Siirt’i, şimdiden bir Siirt türküsüyle karşılayalım, var mısınız: “Siirt beyaz bir gelin / Gel güzel uzat elini / Siirtliyiz ezelden / Her güzel bize gelir / Siirt etrâfı tepe / Ağaçlar sere serpe / Fıstıkların altında / Yâr hem güzel hem körpe”...














