Bir yazıya kaç kuyruk dolanabilir, sayın bakalım
Cici’nin üstüne Panda geldi, onu bize Çengelköyü’nde şâir Mübeccel İzmirli vermişti, göbüşü beyaz sırtı duman renginde koca kafalı bir kediydi. Birazcık büyünce “Arsen Lüpen” olup çıktı, haftada bir iki defa apartmana, artık onları nereden aşırıyorsa, canlı tavuk getiriyordu.
Kitapları ve kedileri sevmeyenlerle arkadaşlık yapmıyorum, kitapsız ve kedisiz hânelere de girmiyorum. Bendeki kedi sevgisi galiba anneannem Sabiha Hanım’dan mevrûs, sıkı bir kediciydi. Biliyorsunuz, ‘36 ile ‘46 arası kıtlık yıllarıymış, et ve şeker bulunmuyor, ekmekse karneyle. Ama, Sabiha Hanım’ın tekir kedisi Ali her gün Gümenüz’ün dışındaki bağlardan sakarmeke ve çulluk yakalayıp, ahşaba getiriyormuş. Annem, kedileri Ali sayesinde o kıtlık yılllarında hiç etsiz kalmadıklarını söylemişti. Ali hayli uzun yaşadı, ben dahi ona yetiştim, bütün dişleri dökülmüş olan Ali’yi anneannemin balıkları ezerek eliyle beslediğine tanık oldum. Hep ikinci katın pencere pervazında uyurdu, oradan aşağıdaki taşlığa düşüp öldüğündeyse yirmi altı yaşındaymış, ‘62’de veya ‘63’de öldüğüne göre, ahşaba ‘36’da girmiş olmaydı. Annem de küçük teyzem Gülser Karabacak da annelerine çekmişlerdi, örneğin teyzem kedileri olmadan Karabacaklara gelin gitmeyeceği balonunu uçurmuştu, bunu da herkese yutmuştu, sanırım Ali’den kısa bir süre sonraydı, bu yüzden teyzemi dört yüz metre kadar ilerdeki Necmi eniştemin tek katlısına ancak sepet içindeki üç kediyle birlikte gönderebilmiştik. Teyzemdeki yavrular, anneannemin Ali’den sonraki kedisi Mestan’ındı.
Kızılcahamam’da Toto vardı, bizim için dünyanın en güzel kedisiydi, hikâyesini birkaç defa da yazdım. Siirt’te yaşamımıza Pamuk ve Fındık girdiler. Erzincan’daysa Timur’u babam bulmuştu, annem, kardeşim ve ben Gümenüz’de yaz tatilindeydik, babamın kediciliğinin Timur ile başladığı muhakkaktır, ondan önce kedilere düşkün olduğunu anımsamıyorum. Timur bizimle Erzincan’dan İstanbul’a geldi, birkaç ay içinde de Suâdiye’deki Uğur Apartmanı’nın maskotu olup çıkmıştı, komşular onu mıncıklamak için kapımızı çalıyordu, en başta da Kadriye ablamız. Timur’un hayranlarından biriyse Aziz Nesin’di. Timur maalesef bir gün bahçeden mikrop kaptı, bütün çabamıza rağmen kurtaramadık. Onu Uğur Apartmanı’nın ön bahçesinde, pembe güllerin hemen altına toprağa vermiştik, o apartman yedi sekiz yıl kadar önce yıktırılıp yerine başka bir Uğur Apartmanı konduruldu, güller de Timur’un mezarı da inşââta gitti.
Uğur Apartmanı’ndan sonra iki üstteki apartmanın deniz manzaralı bir dairesine kirâcı olduk, cadde tarafından ikinci, deniz tarafındansa üçüncü kattaydık. Oradaki ilk kedimiz Cici’ydi, onu benim bulmadığım kesin de, kim bulmuştu, şimdi çıkaramıyorum.
Timur kadar güzel bir tüy yumağıydı, ancak hayli fingirdek bir dişiydi. Yılda iki defa beşer yavru doğuruyordu, ilk üç doğumundaki yavrular hemen sâhiplenilmişti, sonrakilerden ise erkekler gitti, dişiler kaldı. O yıllarda veteriner nerede, ha deyince kısırlaştıramıyorsun, elbette dişiler apartmanın arka bahçesindeydiler, söğüt ağacından bizim balkona çıkıp uyuyabiliyorlardı. Aslında onların yaptığına hırsıza yol gösterme denir ama Suâdiye’de o yıllarda hiç hırsızlık vak’ası duymuyorduk. Cici’nin üstüne Panda geldi, onu bize Çengelköyü’nde şâir Mübeccel İzmirli vermişti, göbüşü beyaz sırtı duman renginde koca kafalı bir kediydi. Birazcık büyünce “Arsen Lüpen” olup çıktı, haftada bir iki defa apartmana, artık onları nereden aşırıyorsa, canlı tavuk getiriyordu.
Bir ara bahçede otuz kadar tavuk olmuştu, komşularımız da onlara dokunmadığından hepsi Panda gibi serserileşmişlerdi. Bütün gün Emin Ali Paşa Caddesi ile Hazan Sokak arasındaki bahçelerde dolanıp dururlardı. Sezai Karakoç üstâdımız, “Kim verecek kedilere trafik bilgilerini / Ki hayatlarıyla ödemekteler bir yandan öbür yana geçmeyi” diyor ya, Panda’yı da otomobilleşen dünyamız öldürdü, sanırım lisenin ikinci sınıfındaydım. Tekir’i bulduğumdaysa, Panda yaşıyor muydu yoksa ölmüş müydü, şimdi tam çıkaramıyorum, ancak yağmurlu ve soğuk bir akşam vaktiydi, Kızıltoprak’taki Kent Sineması’ndan dönmüştüm, annemle babam ise az ilerimizdeki İrfan-Behzat Ay ailesindeydiler. Tekir, minicikti, Nebil Ticaret’in sağ yanındaki çöp kutularının önünde titreyip duruyordu, ıslanmıştı, kaptığım gibi yukarıya çıkardım. Dolapta kıymalı patates yemeği vardı, ısıtıp bir tabağa koydum, açlıktan tabağı silip süpürmüştü, aradan elli yıldan fazla geçmesine rağmen onun yanaklarına bulaşan yemek suyunun salçalı rengini hiç unutamıyorum.
Üniversitelerin açılmasına iki ay kala Feneryolu’ndaki Özbek Apartmanı’na taşındık, apartmanımız Eğitim Enstitüsü’nün tam karşısındaydı, ama eşyâmızı Suâdiye’de kamyona yüklerken Tekir’i bulamamıştık. Bir hafta boyunca her gün elimde kırmızı renkli plastik pazar çantasıyla Suâdiye’ye gidip Tekir’i aramıştım, yoktu, kafayı yememe az kalmıştı. Sonunda içime Mehmet Karamancı İlkokulu hissi doğdu, annem orada öğretmendi, bizim Tekir de evde kimseyi bulamayınca okula gidip annemi beklemeyi alışkanlık yapmıştı. Oysa, daha okulların açılmasına vardı, yine de hemen Mehmet Karamancı İlkokulu’na doğru gittim, daha Emin Ersoy’un Dost Kitabevi’nin önüne varmıştım ki, Tekir’i okulun kapısının önünde gördüğümü anımsıyorum. Ama, yeni semtimiz Feneryolu bizim Tekir’e pek yaramadı, önce arka bacaklarından biri kesildi, sonra kansere yakalandı, ‘80 yazındaysa bizi bırakıp gelmeze gitti.
Feneryolu’nda çok kedimiz oldu, Pele, Cimi Cim, Oliver ve Elvis, onlardan Pele televizyondan film seyretmeye bayılıyordu, seyrettiği korku filmiyse başını iki patisinin arasına alır, tek gözle televizyona bakardı. Ahmet Zeki Pamuk onu pek severdi, bu arada ben Ahmet Zeki’nin kedilerden korktuğu yıllardan bahsettiğimi buraya not düşeyim, nedense bir simsiyah Pele’ye yakındı. Elvis’i ise kömürlükte bulmuştuk, daha gözleri açılmamıştı, ona sabah akşam damlalıkla “Pınar Süt” verdik, gözleri açıldığındaysa “Pınar Süt” kutusunu tanıdığını fark ettik, kutunun üzerindeki inek desenini gördüğünde çıldırması bizi epey güldürüyordu. Cimi Cim, sarmandı, çok gevezeydi ve ne bulursa yiyordu, Orhan Alkaya benden gizli ekmeği aslan sütüne batırıp verdiğinde dahi mideye indirmiş. Oliver erkek güzeli bir kediydi, beyazı daha fazla, kulaklarında ve kuyruğundaysa parça parça tekirlik bulunuyordu, onu eve getirdiğimde Erich Segal’dan “Oliver’in Hikâyesi” romanını okuyordum, ismini kitaptan aldı. Maalesef onların hepsini bizden Şemsettin Günaltay Caddesi’nin trafiği kopardı. Bostancı’ya taşınmamıza birkaç hafta kalaysa bahçedeki lüküstürümlerin arasında bir yavru daha bulmuştuk, onu da “Pınar Süt” ile besleyip Musti ismini verdik. Musti bizimle Bostancı’ya geldi, ufak tefek bir kediydi ama birkaç ay içerisinde Sırmakeş Sokak’ın dayısı olup çıkmıştı, en sevdiği şeyse yazları Yaşar’dan kavunlu dondurma yemekti. Daha önce de yazmıştım, Musti, benim “Marsyas’ın Cesetleri” romanımdaki kedidir, başkomiserim Mahir Deniz kurgu bir karakter olmasına rağmen kedisi sahicidir. Bir de Musti gibi siyah beyaz Can vardı, sessiz bir kediydi, rahmetli annem tereyağlı pirinç pilavı yaparken, mutfaktan çıkmazdı.
Bahar’ın İdealtepe’ye getirdiği çeyizindeki Iğdır kayısısı rengindeki Cabbar’ı unutamam, bizlere cin cin bakardı, ben de Kargalı’nın önünde bir tüy yumağı bulmuştum, ona Yumoş ismini vermiştik. İkisi de çok oyuncuydu, bazen onları akvaryumun içinde, boyunlarına kadar suyun içindeydiler, kırmızı balıklarımızı avlamaya çalışırken bulurdum, bazen de bülbüllerimizin kafeslerini devirirken yakalardım. Tibet doğunca, kıskandılar, ikisinin birlikte evi terk edişleri pek hazîndir, içimde yara olarak kaldı. Onları aramadığımız yer kalmamıştı, maalesef sanki buharlaşmışlardı. Rahmanlar’daki Surlar Apartmanı’ndaysa Yakup Cemil vardı, sarman bir kediydi, dubleks bir dairede oturuyorduk, hamsterimiz kafesinden firâr ettiğinde, Bahar ona hamsteri bulması talîmâtını verirdi, Yakup Cemil’in ise sadece birkaç dakika içinde hamsteri ağzında Bahar’a getirdiğinin tanığıyım. Şenesenevler’e taşındığımızda Yakup Cemil’i İzzet Apartmanı’na getirmiştik, ancak orada dördüncü katın balkonundan düştü, sanırım ‘91’in sonbaharındaydı, meğerse kafası merdivenlerin mermer trabzanlarına çarpmış, onu götürdüğümüz veteriner diplomasını nereden ve nasıl aldıysa anlamamıştı, iç kanaması ve kırığı yok deyip bizi gönderince Yakup Cemil’i kaybettik. Peşine Ponçik ve Enver Paşa geldiler, Ponçik’i pazar dönüşümüzde Vükelâ Caddesi üzerindeki bir kasabın önünde üç buçuk yaşındaki oğlum Tibet görmüştü, kardeşlerinin arasında kuyruğuyla oynayan bir tekir yavruydu, kısa sürede ailemizin neş’e kaynağı oldu ama zavallı Enver Paşa’yı da canından bezdirmişti, yaramazlığıyla ona hiç rahat vermiyordu. Ponçik, yirmi iki yıl kadar bizimle oldu, sonra çok hastalandı, veterinerimiz 17 Ocak 2013 günü saat 16.58’de son iğnesini yapmış. Şimdi Avşar Sokak’taki Esin Apartmanı’nın önündeki çam ağacının dibinde yatıyor. Bu arada Tibet’in bir de Siyam cinsi Mırkelam’ı vardı, maalesef o da kansere yakalanmıştı, çok acı çekiyordu, bir süre sonra morfinin dahi faydası olmamaya başladı, bu yüzden Ponçik’ten epey önce Mırkelam’ı biz Egemen Apartmanı’ndayken uyutmuşlardı.
Mırnık, tekir bir kediydi, onu Sultanahmet’ten eve getirdiğimde en fazla bir aylık yavruydu, önce sâhiplendirdim, ancak eşimin arkadaşı olan mimar bayan yaramaz diyerek yavruyu bana geri gönderdi, söylediğine göre antika vazolarını kırmış, çekmecelerini karıştırmaya başlamış, kadının bahânesi epeyceydi, anlayacağınız yavru bizde kaldı. Bir defasında da yaramazlıktan dördüncü katın balkonundan çiçek saksısıyla birlikte aşağıya uçmuştu, ön sağ bacağı kırıldığından platin takıldı. Bana aşırı düşkündü, koynumda yatardı, ayrıca şeker hastasıydı, on sekiz yıl boyunca ona her gün insülin iğnesi yaptım. Lokum’u ise otobanda bulmuştum, ezilmiş kardeşinin başında şapşik şapşik duruyordu.
Bücür’e, 2019 yılını bitirmeye birkaç gün kala, yağmurlu bir sabahtı, Balözü Sokak’ın Avşar Sokak’a çıktığı köşede rastlamıştım, anneme kahvaltıya gidiyordum, park etmiş bir otomobilin ön lastiğindeydi, kucağıma aldığımda hemen boynundaki şişliği fark edip veteriner veteriner dolaşmıştım, hepsi de, lenf kanseri, yaşamaz demişlerdi, inat ettim Bücür’ü yaşattım, ancak beş yıl sonra hastalığı yeniden nüksedince 9 Ocak 2025 günü saat 06.56 sularında bizlere vedâ etti. Onu da Esin Apartmanı’nın bahçesinde toprağa verdim, kapının yanındaki manolya ağacının altına, karşısındaki çamın gölgesindeyse Ponçik, Mırnık ve Tibet’in bembeyaz Lim Lim’i var. Musti bir roman kahramanıysa, şeker oğlum Bücür de Miskin dergisinin sekizinci sayısına kapak oldu, bilesiniz.
Sanırım, Tekir, Ponçik, Mırnık ve Bücür, bana diğerlerinden biraz daha fazla düşkündüler, onlarla aramda sanki bir tür muhabbet-i ebedî yaşanmıştı. Bugün sadece yaşlı kızımız Lokum var, Tuzla’daki dubleks evimiz tam ona göre, bütün gün merdivenlerden inip çıkmaya bayılıyor, geçenlerdeyse oğlum işleri nedeniyle kedisi Zeytin’i getirip bize bıraktı, Zeytin’in babası İran, annesiyse Himalayan, ama benim cins kedilerden ödüm patlıyor, pencere beş on dakikalığına açık kalsa, üşütüp hastalanıyorlar, garibim Lokum hiç öyle mi, mübârek kutup tilkisinden farksız. Allahtan yaz sıcakları bastırdı da, biraz rahatım. Hadi, şimdi hep birlikte Nâzım Hikmet’ten “Masalların Masalı” şiiriyle bir su başına kaçıp, önümüzdeki haftaya şapka çıkartalım. “Su başında durmuşuz / Su serin / Çınar ulu / Ben şiir yazıyorum / Kedi uyukluyor / Güneş sıcak / Çok şükür yaşıyoruz / Suyun şavkı vuruyor bize / Çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze”. Şimdi siz de benim gibi Nâzım’ın kedisiyle birlikte uykuya dalmak üzeresiniz, farkındayım, ama bir sorum var: Bu yazıya dolanan kuyrukları sayabildiniz mi? Söylediğinizi duyamıyorum. Kaç, kaç? Otuz mu, üşenmeyip bir daha sayın...














